29 Aralık 2010 Çarşamba

2+2=4 Eder

Yapılan espriye şaşı gözlerle bakacak ve şaka ile kapıyı anca ayırt edebilecek kadar küçükken babam karşıma geçip eliyle "iki" yapar ve sorardı: "Bu kaç?".
"İki"yi öğrendiğimden emin olunca da parmaklarını birleştirip tekrar sorar ve "iki" cevabını alınca pis pis sırıtarak: "Hayır. Kalın bir." derdi.
Bunu yaparak "1+1"in sadece oda sayısına işaret etmediğini; sonucunun ise her zaman "iki" olmadığını öğretmek gibi yüce bir amacı olduğunu söylemek isterdim ama maalesef tek derdi beni sinirlendirip ağlatmaktı.

Şimdi "1+1"in her zaman "2" etmediğini bilecek kadar "birinci çoğul kişi"den haberdarım.
Tek derdim ise henüz "kalın bir" ile "kalın kafalı bir" arasındaki farkın ilk görüşte ayırdına varamıyor olmak.
Zira, "kalın kafalı bir"; "bir" olması gerektiğinin farkında değil.
Hal böyle olunca da "biz" olduk sanırken "ben" ile bir başına kalmak işten bile değil.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Bazen Reloaded

"Senede bir gün" durumları hoş olurdu aslında diye düşünüyorum: Yılda bir eski sevgilileri görüp kim nerede, ne yapıyor diye öğrenip iyice yabancılaşmak değişik bir tecrübe olabilirdi.

Yalnız, bunu mekan kapatıp herkesi aynı gün aradan çıkararak yapmak lazım.
Zira, yıl dediğimiz 365 gün.

30 Kasım 2010 Salı

Çuvaldız

Ben genellikle mükemmelimdir. Eğer bunu göremediyseniz, kesinlikle sizin zamanlama hatanızdır. Yine de üzülmeyiniz. Ben bile bu kadar mükemmel olmama rağmen yanlış zamanda kendime maruz kalabiliyorum ve böyle zamanlarda kendimden soğuyorum.

Bahane ne kadar mantıklı olursa olsun bahanedir. Hem yoğun, hem gergin, hem mutlu, hem de kafamın karışık olduğu dengesiz ve değişken bir hafta geçirmiş olabilirim. Bonus haneme yazarsanız memnun olurum, yazmazsanız da yine aylardan kasım (ekimden sonra gelmesi açısından / http://fizy.com/#s/12lueh )...

Yazacaklarım, haftasonunun ortaya çıkan fotoğraf, video ve diyaloglar ışığındaki değerlendirmesidir.

7 Kasım 2010 Pazar

Ama Arkadaşlar...

Bu aralar Facebook'un iflah olmaz 'SerSeRi_a$ık'larının, kronik depresif ergenlerinin ve her daim atarlı abi-ablalarının profilinde paylaşılan bir söz var. Sunay Akın'a ait olduğu iddia ediliyor fakat Facebook çıktı çıkalı Can Yücel'e mal edilen o kadar saçmasapan yazıdan sonra bunun da doğruluğu konusunda insan ister istemez bir şüpheye düşüyor.

"Herkesten-her şeyden çok sıkıldım"cılık için birebir sözümüz ise şu şekilde:
"O kadar yoruyor ki hayat, bıkıyorsun istemesen de. Sorun değil, bir şeyim yok. Bakkala gidiyorum deyip 10 yıl kaybolasım var sadece."

21 Ekim 2010 Perşembe

Yaz Kızım! (II)

Pinokyo'nun Mavi Peri'si ya da Alaaddin'in okşanmaktan hoşlanan Cin'i gelip elime bir kağıt tutuştursaydı: "Yaz kızım!" deseydi "Neydi arayıp da bulamadığın?".

Sonra ben o kağıdı verseydim bir güzel doldurup.

İyiliğe doymamış İyi-Saatte-Olsunlar kağıda şöyle bir bakıp: "Hadi son bir tane de gereksiz, fantastik bir istekte bulun." deseydi.

İşte o zaman ben de ağzımı yamultup şımararak "Yeaa emmi ben Vodafone'u beleş arıyorum, madem öyle bir de Vodafone hattı olsun." derdim.

***

Vodafone hattı bile var.
Daha ne olsun?

14 Ekim 2010 Perşembe

Tadım Tuzum

Sütündeki brucelladan, salmonelladan mıdır nedir bilmem; babaannemin yaptığı sütlacın tadı ayrıdır. Kase zarafetinden uzak yemek tabaklarına koyduğu sütlaca kocaman kaşıklarla dalmak farzdır.
Yine bir bayram zamanı, mecburi hizmetimizi yerine getirmek için babaannemin yaşadığı yere gittik. Babamın aniden, yıllardır görmediği uzak akrabalarının hasreti ile yanıp tutuşması sonucu bir öğlen vakti kendimizi köyde bulduk.
Tavuk korkutup, buzağı sevmekle geçen birkaç saat sonunda yemeğe oturduk ki sofranın kenarında sırasını bekleyen sütlaçlara takıldı gözüm: Babaannemin yaptığı gibi yemek tabaklarına konulmuş kıvamı hafif sütlaçlar...
Ben o gazla yemeği haldır huldur yedim ve çeviklikle sütlaç tabağını önüme çektim. Her zamanki öküzleme üslubumla daldırdım yemek kaşığını. O kocaman lokmayı ağzıma atmamla bahçeye koşmam bir oldu.

13 Ekim 2010 Çarşamba

Aranıyor

Google Analytics'e bakayım dedim de yüce Google'ın insanları hangi aramaları sonucunda bloguma gönderdiğini gördüm.

Muhtemelen istediğini alamamış olanlara amme hizmeti niyetine:

- "pornositelere giremiyorum ekim 2010"
Güzel kardeşim, belki bu yardımcı olur: http://dnsserverlist.org/ burada bir kutucuk içinde 3 tane dns numarası var ya onlardan ikisini gir yeter sana. Seninki de can tabii...

- "grupanya turkuazoo"
Bu kampanya 29 Eylül'deydi, geç kalmışsın. Elimdeki biletleri satın almaksa amacın, valla sözüm olmasa kıyamazdım.

- "co,it,karıyı,sikiyo"
http://yakala.co/ var ama burada karı marı yok, sadece co ve it. Gerisi için önce bu siteye http://dnsserverlist.org/ uğraman gerekebilir.

- "karıyı sikerken bağırmak"
I-ıh. Konsantrasyonu dağılır, mundar olur.

- "delimezar"
Evde kendisi, şurada bulabilirsiniz: http://evdekendimiz.blogspot.com/

10 Ekim 2010 Pazar

Sayıkla-ma 4

"Spartacus: Blood and Sand"in de çakmasını yapsak,
adını "Spartaaaküs: Kan ve Gül" koysak...
Hem dizinin müziği de hazır, cepten yeriz.
Olma mı?

7 Ekim 2010 Perşembe

Ben Böyleyim

Kışlıklarımı henüz ütülemediğim; ütülenmeden giyilebilecekler arasından da havaya en uygun olanını giydiğim için "Ne bu kılık, akşam bir yere mi gidiyorsun?" sorusuna aldıkları "Hayır" cevabıyla ikna olmayan canım iş arkadaşlarım,

Ayağıma vuran ayakkabı yüzünden "Alışmadık götte don durmazmış." demeden önce "Geçmiş olsun" demeye gerek duymayan sevgili babacığım,

ve

Göz kalemi ya da saç şekillendirici kullandığım nadir günlerde "Hayırdır, güzel olmuşsun?" diye sorgulayan diğer bütün canlarım ciğerlerim,

Çapulculuğumu yüzüme vurduğunuz için teşekkür ederim.

Şimdi gidip Yılmaz Morgül gibi "Ben böyleyiiiiim" diye ağlayacağım.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Yaz Kızım!

30 yaşın;
Kalın dudakların;
Michael Keaton alnının;
Çizgifilm gibi yüz hatlarının;

Hastasınım!

29 Eylül 2010 Çarşamba

İbretlik Bir Paylaşım

- Ay ne kadar da önyargılısın.
- Önyargılarım, beni salaklardan koruyor.
- Tamam da ama o kadar önyargılısın ki senin mantığına göre ben de salağım.
- ...

Sükutun ikrardan geldiğini bilmiyordu.


27 Eylül 2010 Pazartesi

Dede Bey

Çalıştığım şirketin bilgisayarlarına bakan teknik eleman, bizim dışımızda birkaç müşterimize daha teknik hizmet veriyor. Bu müşterilerden biri de alanında testis sahibi bir şirket.
Geçenlerde bu şirketin bilgisayarları toplu olarak elden geçti; bir de üstüne Facebook senin, Twitter benim diye gezmesinler diye numaralar çekildi. Aradan daha bir hafta geçmeden teknik eleman patronun yanına geldi:
- Abi ya bir şey soracağım; burası adı olan bir firma, öyle sitelere reklam vermesi prestijini düşürmez mi?
- Ne sitesi ya?
- Ya hani bu Fevzi Bey'in geçenlerde giremiyorum ama oradaki reklamlara bakmam lazım diye yasağını kaldırttığı siteler?

Meğer 70 yaşındaki, saçlarına aklar düşmüş, şişe dibi gözlüklü Fevzi Bey gelip bizim çocuğa "Ben artık porno sitelere giremiyorum ama benim iş için onlardaki reklamlara bakmam gerekiyor, çok lazım bana." demiş.
Çocuk da patronun "maç izleyen baba" kıvamında her şeye "he" dediği bir anda bu durumu anlatıp "Hee" cevabını alınca salıvermiş Fevzi Bey'i memeler diyarına.

Muhtemelen bakması gereken tek reklam Viagra reklamı olan Fevzi Bey'in ise bilgisayarına bu olaydan sonra format gerektirecek kadar çok virüs bulaştı.
Üstelik harddisklerinden biri bozuldu ve içinde bin dolar verip kurtarılmayı hak edecek kadar ne arşivi varsa artık servise gitti.

24 Eylül 2010 Cuma

İkinci Sinir Harbi: One-Day-Stand

Benim canım arkadaşım aylar önce ayrıldığı sevgilisini ısrarla yanına çağırıyor, bu şerefsizin de aşkı (!) kabarmış olacak ki bu sefer itiraz etmeyip ilk defa gidiyor.
Bir gün sonra ise bizim kız herifin aramamasına dayanamayıp kendisi arıyor:

kız:
- arama gereği duymuyorsun değil mi?
herif:
- nasıl yanı? şaşırdım bu soruya...
kız:
- dün birlikteydik, ben tek başıma sarılmadım. çok garip değil bence bu soruyu sormam.
herif:
- sen beni çağırdın.

Konuşmanın bu noktasında -bilen bilir- incisözlük'teki ".m var dediler geldik" muhabbeti geliyor gözümün önüne. Bre zerzevat! Şimdiye kadar bu kız yalvardı, ağladı, koştu peşinden gelmedin de şimdi mi kıyamadın? Bunu mu yedirmeye çalışıyorsun bir de?

21 Eylül 2010 Salı

Bir Kıvılcım Düşer Önce...

Hani şu "Facebook, insanın ilkokul arkadaşını bulmasının en güzel yoludur." savunması var ya...
Neyse ağzımı bozmadan devam edeyim.

Benim için Facebook'un amacı halihazırda görüştüğüm arkadaşlarla geyik yapmak. Zaten görüşmek istediğim ilkokul arkadaşlarımdan hiçbir zaman kopmadığım için Sümüklü Barış beni arkadaş listesine eklemek istediğinde elim titremeden "ignore"a basıp geçebiliyorum.
Ha elbet faydası da dokundu Facebook teknolojisinin; annemin çok eski bir öğrencisi benim sayemde anneme ulaştı. Hepimiz pek mesut olduk. Olmasa ne olurdu? Bir bok olmazdı ama hoş bir durum oldu işte.

19 Eylül 2010 Pazar

Asl pls?

Üniversitede ilk yılımda "ucuza konuşturan tarifeler" dönemi henüz başlamamıştı. Benim ise her gün konuşmazsam rahat edemeyeceğim sevgili arkadaşım şehirdışındaydı. Hal böyle olunca teknolojinin bize verdiği yetkiye dayanarak mail, icq, saçmasapan sitelerdeki chat olanağı vs. ne varsa sömürüyorduk.
Bu icq denilen zımbırtıda, msn'de olduğu gibi arkadaş olmana gerek kalmadan mesajlaşabildiğin için ister istemez "18 female istanbul" diye kişi aratan bir sürü gerekli-gereksiz tiple muhatap olmak zorunda kalıyorduk.
Ben de toyum, çift tıklamada bile başarı oranım anca 40%; bir de o zamanlar insan seviyorum, kırmak istemiyorum derken 3-5 kişi ile tanıştım. Tabii hepsi erkek...

29 Ağustos 2010 Pazar

Sayıkla-ma 3

Geçenlerde tur şirketi olduğunu düşündüğüm bir yerin kapısında şu yazı vardı:
"The world is small with us."

Benim bu yazıyı:
"Size dünyayı dar ederiz."
olarak yorumlamam gitgide nemrut bir insana dönüşüyor olmam anlamına gelmez değil mi?

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Birinci Sinir Harbi

Eski sevgilimin benden önceki sevgililerinin neredeyse hepsi benim için bir utanç kaynağı olmuştu.
Şu konuda anlaşalım; kainat güzeli olduğum gibi bir iddiam yok fakat o karılar da ne suratına, ne de kese kağıdı yardımıyla da olsa vücuduna bakılmayacak yaratıklardı. Hatta bir tanesi Palpatine'in ızgara olmuş haline benziyordu, o kadar diyeyim. (Şekil 1a)
Ne kadar şekilci olduğumu sorgulayacak olanlara sadece şunu söylemek istiyorum: "Allah'ını seven bir milyon kişi bulurum" , "Türk Bayrağı'nın gücü çok güçlüdür" , "Kıçımız dondu reis" gibi yüzlerce gruba üye olanı bile vardı aralardında.
Hal böyle olunca ben utanıyordum kendimden, sanki bütün hepsini ben tornadan geçirmişim gibi yüzüm kızarıyordu.

Son bombası ise patladı, eski işyerinden kırk yaşında bir karıyı sikiyor.
Şu konuda da anlaşalım; insanların aşkla yaptıklarına sikişmek diyenlerden değilim, durum gerçekten bu. Lise son sınıfa başlayacak olan bir erkek evlat sahibi olan bu kevaşeyi sadece arada bir sikiyor. Herkesten gizli saklı, dört duvar arasında buna dayalı bir ilişki. Tabii kadına sorarsan öyle değil çünkü o kendi dünyasında onunla büyük bir aşk yaşıyor; sürekli can yücel şiirleri, romantik şarkılar paylaşıyor. Bunların yüzde doksanı ise bırak cevap verilmeyi okunmuyor bile.

Ben bu kadar ayrıntıyı nereden mi biliyorum? Kadın milletinden korkulur arkadaş! Onlar ki çoğu zaman her şeyi görendir, bilendir.

Bilemediğim ayrıntı olarak da: Acaba onlar tak çıkar oynarken yan odada da oğlu mu yatıyor yoksa evden gönderiyorlar mı?

Not: Huyum değildi, bunlar yazmak da hiçbir zaman isteyeceğim türden şeyler değildi. Sinirimi mazur görün. Dökülebileceğim en yakın nokta burasıydı, aksi takdirde sinirden kendimi sikecektim (mecaz anlamda! fesatlanma).

3 Ağustos 2010 Salı

Ay Liv İn İngiliş

Bir arkadaşım var, tabii ki "sadece" bir arkadaşım yok da...
Neyse işte bu vatandaşın Facebook denilen alemdeki bütün durum bildirimleri İngilizce. Hani alıntı falan yapıyor desen, o da değil. "It's so boring today that I'm parmaklaying myself." gibi hayatından, hiç kimsenin umrunda olmayacak kesitlere yer veriyor.
Bu yetmezmiş gibi bir de ablası var yurtdışında yaşayan, o da sürekli İngilizce yorum yazıyor: "Vazelin is good for it bro." falan diye. Sonunda çocuk da "Thnx sis!" yazıyor, muhabbet bağlanıyor.

Başka bir arkadaşım da gayet Konyalı olması rağmen, geçenlerde İstanbul'a gelen Şevki Teyze kılıklı annesinin Kız Kulesi önündeki fotoğraflarından albüm yapıp adını "My Sweet Family" koymuş.
İngiliz Kraliyet Ailesi sanki mübarek!

Gün gelip de gemileri yakacak kadar dellendiğimde bunlara yazmak istediğim tek bir cümle var: "Ananızı İngiliz mi sikti?"
Evet, bu kadar amiyane ve net bir şekilde sormak istiyorum.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Bazen

Önümde eğilmiş, ayakkabasını bağlayan herife: "O duruşa bir vuruş, kaç kuruş?" diye sormak istiyorum.

Cevap verse hani, kuruş hesabını da bilmiyorum.

18 Temmuz 2010 Pazar

Sayıkla-ma Reloaded


Kolay alışkanlık edinip kolay kolay bırakamayan biri olan bendeniz kulunuz, günlerdir yazamadığı için kafayı yemekte.
Bu durum benim dingil olmamla alakalı olmayıp tamamen teknik sebeplerden kaynaklanmaktadır, ona göre!

Bu arada teknik durumlar söz konusu diye bizim de elimiz armut toplamıyor tabii ki. Misal; bloga adını veren Closer isimli güzide filmi andım yakın zamanda. Turkuazoo denen büyük akvaryuma gidip resimdeki gibi bir yer görünce filmi anmamak olmazdı. Neyse ki fotoğrafı çektikten üç saniye sonra düğün pistindeymişcesine kontrolsüz koşan veletler, beni gündüz düşümden uyandırdı. Zaten veletler yerine herifin biri çıkıp "Feel free to call me The Sultan" deseydi de Clive Owen taşlığında bile olsa hoş bir tepki vermeyebilirdim.

Sanırım daha fazla dırdır yapmadan kesmeliyim bu yazıyı. Hatta sanmayayım da direkt buradan böyle kaçayım.

6 Temmuz 2010 Salı

Su Gelir Güldür Güldür

Siz de bilirsiniz ki korku filmlerinde eğer kız çocukları ip atlayıp şarkı söylüyorsa işin içinde kesin bir uğursuzluk vardır. Japon korku filmi ise illa ki bir yerinde upuzun saçlı bir kız çocuğu kullanılmıştır. Gençlerin kampa gidip götlerini kestirme klişesi de birçok yapımcıya ekmek kapısı olmuştur.
Bunların hepsi tamam da, ben "su" olayını bir türlü içime sindiremiyorum.
Eğer bir yerden incecik su sızmaya başladıysa bilin ki bu birilerinin sıçışı olacaktır.
Final Destination'ın ilk filminde sinsice akıp gelen su adamın ayağı kaydırıp öldürmüştü. Yine Final Destination'ın başka bir bölümünde bilgisayarın monitörünü patlatan bu su isimli sıvı madde, The Ring'de de yine bol bol kullanışmıştı. Samara olacak bitli karı foşur foşur kuyuda yaşıyordu zaten.

4 Temmuz 2010 Pazar

Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Bazen kendimi bir köşede kıstırılmış, bokun içinde debelenirken buluyorum. "Basiretin bağlanması" diyerek yüce Secret ve Polyanna'nın buyurduğu gibi olumlu düşünüp komşumuz Münevver Teyze'nin salık verdiği gibi de hayra yormaya çalışıyorum.
Yine de, her şey domino taşları gibi durdurulamayacak bir serilikle devrilirken anca "Bu da mı gol değil be?" diye ofsayttan bağıracak kadar "Hayat Sevince Güzel" olabiliyorum.

Annem bir fille mi halvet olmuş nedir, sapıkçasına kuvvetli bir hafızam var.
Şöyle ki; iki buçuk-üç yaşındaydım, yatılı misafirliğe gitmiştik. Küçük bir ilçede; aralarından sadece bir buçuk arabalık yolun geçtiği, karşılıklı iki ev vardı. Bu evlerden birinde yatıya kaldık. Bir bahçe katı olan kaldığımız evin sokak kapısı, doğrudan evin oturma odasına açılıyordu ve ben o odaya konulan bir beşikte yatıyordum.
Sabah uyandığımda beşiğin kenarına tutunarak ayağa kalkıp bir baktım ki kimse yok. Annedir, babadır bas bas bağırıyorum ama hiçbir odadan ses gelmiyor. İşte ben o an "üç buçuk"a kadar saymayı öğrendim.

30 Haziran 2010 Çarşamba

Metallica: Türk'ün Ateşle İmtihanı 2

"Rammstein'ın boku üstüne bok olmaz" diyen ben, sıçtığım boku yutmuş bulunuyorum.

Metallica denilen güruhun sahneye çıkması ile "İşte bu adamlar gerçekten rockstar" sayıklamaya başlayan bendeniz kulunuz, takriben on saniye sonra James Hetfield'ın Yunan Tanrısı olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Zira bu gırtlak, bu ses, bu yorum, bu enerji, bu gençlik, bu taş gibi vücut ve bu hükmetme yeteneği bir insan evladına ait olamazdı.
Ben ki ergenliğinin hiçbir döneminde James Hetfield'ı yakışıklı ve karizmatik bulmamış bir kendini bilmez olarak "Ceymiiis! Evlen benimleğğğ!" diye bağırmaya başlamıştım. Başlamıştım diyorum çünkü o sırada pek kendimde olduğum söylenemez. Ayaklı mikrofonun karşısına geçip bacaklarını hafif açarak yüzyıl yıkılmayacak bir çınar gibi sapasağlam durduğu anlarda, şaşı olmuş gözlerim ve ağzımın kenarından akan salyayla aklımın başında olduğunu iddia edecek kadar da şuursuz değilim.

"James-the-Zeus"u bir kenara bırakacak olursak (siz bırakın diye diyorum, yoksa benim öyle bir niyetim yok) herbiri ayrı ayrı efsaneydi: Sekiz kilo ter akıtan Lars'ın yaşına başına bakmadan çılgınca tokmaklaması, Kirk'ün solo atarkenki dinginliği, Kızılderili Robert'ın konser boyunca çocuklar gibi şen bir şekilde koşturması...

Tabii bir de alevli sahne şovları vardı ki sahanın öbür ucundan sıcaklığını yüzümüzde hissettik.
Gerçi bir ara sinirlendim. "Festivale mi geldiler kundaklamaya mı belli değil! Yakın kurtulun amuda kalktıklarım." diye hem Rammstein hem de Metallica'ya homurdanmaya yeni başlamışken elimdekinin çay değil de bira olduğunu gördüm ve o anda farkettim ki ne kahvedeyim ne de okeye dönüyorum.

26 Haziran 2010 Cumartesi

Rammstein: Ein Flammenmeer!

"Rammstein çok acayipti hacı yaee" olayına girmeyen bir ben kalayım diyordum da tutamıyorum kendimi. Gerçi, henüz inanabilmiş değilim kanlı-canlı dinlediğime.
Kendilerini bildim bileli Türkiye'ye gelmeyeceklerine öyle bir inanmıştım ki geldiklerini hayal dahi edemiyordum. "Ayy çocukluk hayalim gerçekleşti" bile diyemedim bu yüzden.
İlgilenenler zaten duymuştur alevli malevli sahne şovlarını, bir de ben baymayayım. Tek söyleyeceğim Rammstein isimli eserlerinde geçen "Rammstein / Ein Flammenmeer"* dizesinin hakkını verdikleri.

Yalnız ben klavyeciye acıdım, ne bitmez çilesi varmış yavrucağın... Konser boyunca ne yürüme bandının üstünde deney faresine dönmediği, ne sırtlanıp götürülmediği, ne de götünün tutuştuğu kalmadı.
Neyse ki crowd surfing olayında çakallık mı desem yoksa keyif pezevenkliği mi bilemediğim bir değişiklik yapıp bindiği şişme botu taşıttı insanlara.

Yazının ana konusuna gelirsek: Evde Kendimiz ekibine teşekkürü borç bilirim. Sayelerinde koca stad başta sona "Du Hast"a eşlik edip yıktı ortalığı.

* Türkçe meali: "Rammstein / Bir alev denizi"

24 Haziran 2010 Perşembe

Durumdan Vazife Çıkarılır

Efes Pilsen One Love Festival sonrası arkadaşımla aramda şöyle bir diyalog geçti:

- Festival nasıldı? Çok eğlendin, çok içtin, çok seviştin?
- Şeyy, iyiydi de... Çok eğlendim, az içtim, hiç sevişmedim.
- (Pis pis sırıtarak) Yaşlandın artık değil mi?

Artık konserleri ayık kafayla dinleyecek, çiş sırası beklememek için biradan feragat edecek, konser erken bitti diye sevinecek kadar yaşlıyım; kabul!
Yine de pazar günü Yılmaz Erdoğan'ın dizelerini yüzüme çarparcasına yağmur yağmasaydı daha iyi olurdu:

"yaşlanmakla ıslanmak aynı şey:
bir yağmurun gölgesinde ihtiyarlamak"

Neyse ki bunun da iyi yanı var. Serdar Ortaç şarkısı kıvamında geçen çocukluğun sonunda şairane bir şekilde ihtiyarlıyorum. Pek tabii; yersem?..

17 Haziran 2010 Perşembe

Sayıkla-ma

Ne kadar da bayılıyoruz egolarımızı savaştırmaya...

Off, ben bu girişi yaptım da daha yazamadan sinirim bozuldu.

Ya o değil de, lego ne güzel bir şeydir.
Hem metafora da uygun: Ego-Lego.
Yap yap boz, ohh mis!

Uyuyayım en iyisi, değil mi?

- Sen hala burada mısın?

13 Haziran 2010 Pazar

Kaderimin Oyunu

Birkaç ay önce farkettim ki uzun süredir, beni lisedeki gibi teneffüslerde kapı önüne dikecek kadar heyecanlandıran sadece bir kişi olmuş. İşin kötü yanı o herif de benim uzun süre beraber olduğum adam değil. Hadi o bir yana da bu kaşına gözüne kurban olduğum yavrucak o eski sevgilimin arkadaşı.
Peşin peşin belirteyim: "Hayır, kevaşeliğimden değil bu!". Demiyorum ki dünyanın en ahlaklı insanıyım ama bunu da şerefsizliğimden yapmadım. Durum böyle olunca haliyle gidip yavruya kırıtamıyorum. Ondan geçtim altı aydır göremiyorum. Tek avuntum kırk yılda bir internette konuşmak. Muhabbet güzel olursa "Bana su verdi" diye Quasimodo misali beş gün ortalıkta dolanmam da işin ayrı bir boyutu.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Yogi Yoga Gaga

Lisedeyken, önce Feng Shui'ye sarıp sonra da vejetaryen olan fakat bunu anca Sultanahmet Köftecisi'ne gidene kadar sürdürebilen arkadaşımız güzel bir espri malzemesi olmuştu.
Yirmi yaşına geldiğimde ise günlük hayatını odun olarak geçiren bir adamın, iç huzurunu bağdaş kurarak bulan sevgilisine "Aşkaaam, detoks yapalım mı bugün?" demesi bana iki yıllık eğlence çıkarmıştı.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Allah Düşürmesin

Bugün yolda yürüyordum ki hafif eğimli kaygan bir yerde ayağım kayıverdi. Kollarımı iki yana açıp electric boogie yaparcasına garip hareketlerim sonucunda iki ayağım havada kıçım üstüne oturmaktan kurtuldum. Bu düşeyazma ile birlikte bir şeyler düştü aklıma.

Bir keresinde eski erkek arkadaşımla yürürken ayağı kaymıştı ve ben yüzüne anca kafamı kaldırarak bakabildiğim o kocaman herifi havada yakalamıştım. Nasıl oldu, o nasıl bir iman gücüydü artık aklım almıyor ama bildiğin bok çuvalı gibi tutup kaldırdım daha düşemeden.

30 Mayıs 2010 Pazar

Vebali Boynuma

Biz onbeş yaşlarındayken bir arkadaşım her saç kestirişinden sonra "Kadın gibi oldum" diye ağlayarak dönerdi eve. Aslında sorun hiçbir zaman saç kesiminde olmazdı. Olay olan kuaförün her kesimden sonra kabarta kabarta düğün teyzesi fönü çekmesiydi.
Sonuç olarak, arkadaşım saçını yıkayıp da olması gerekene çevirene kadar zırlar sonrasında da "Çok güzel kesiyor bunlar, sen de oraya git bak." diye reklam yapmaya başlardı. İşin acıklı tarafı ise adeta bir "Drama Queen" olan balık hafızalı bu vatandaşın bize bir yıl içinde 4-5 defa aynı döngüyü yaşatmış olmasıydı.

27 Mayıs 2010 Perşembe

Şiddete Meyyalim Vallahi Dertten

Hayalgücümü inanılmaz derecede geliştiren bir mahallede oturuyorum.
Öyle bir mahalle ki Cihangir'de san'atçılarla bohem hayatı sürseniz, bir sahil kasabasında inzivaya çekilseniz ya da boynunuza fular taksanız dahi hayalgücünüz böylesine gelişemez.
Tabii bu biraz da benim yapımla alakalı olsa gerek. Bendeniz "götü sıkışınca daha yaratıcı olabilen"gillerdenim. Hani iş başvurusu yaparken özgeçmişe iliştirdiğimiz ön yazıda "Baskı altında daha verimli olurum." cümlesi var ya aynen öyle.

25 Mayıs 2010 Salı

Kavanoz Dipli Dünya

Söylemesi ayıp; kendi işini kendi görebilen, az-biraz el becerisine sahip, püf noktalarla ilgili akıl da yürütebilen bir insan evladıyım. Hal böyleyken "erkek işi" olarak görülen bir sürü işin de altından kalkabiliyorum. Tabii zamanında babamın beni yaptığı her işte çırak olarak kullanmasının da payı var bunda. Mesela sekiz yaşındayken gücüm yetmese de araba lastiği değiştirmenin inceliklerini biliyordum, şimdi bırak değiştirmeyi krikoyu nasıl yerleştireceğimi bilmem o ayrı.

Bir gün eve erken geldim. Fırsat bu fırsat erkek arkadaşıma yemek hazırlayayım dedim. Ben mutfakta yemek kokuları arasında "kadın ve erkek" olmak üzere iki farklı cins olduğumuzu, daha da önemlisi bir dişi olduğumu hatırlayıp ne zamandır unuttuğum dişiliğin tadını çıkarırken er kişi geldi yanıma.
O sırada da elimde bir kavanoz var. Bunun kapağını çevirmeye çalıştım bir kez. Bir denemeyle açılmayacağı aşikar olan bu kavanozu, mağara zamanlarından kalan alışkanlıkla erkeğimin güçlü kollarına teslim ettim.

23 Mayıs 2010 Pazar

Doğmamış Çocuğa Göz Korkutma Amaçlı Mektup

Ayy, yazmayalı çok olmuş...
Tabii ki böyle başlamayacağım. Küçükken günlük tutmayı beceremediğim zamanlara ait bu cümleyi, günlüğün neticede bir defter olduğu ve mahçup olmam gereken bir canlı olmadığını idrak ettiğim gün kurmayı bıraktım.

Tembelliğimden başka, büyükçe bir derdim yok sanırım. Hatta öyle bir keyif pezevenkliğine daldım ki aysonunda götümde patlayacağını bilerek güzel yemekler yiyip konser biletleri satın alıyorum sürekli.

Bunların yanısıra sanırım yaşın da ilerlemesiyle ilgili bir durum olarak zaman zaman aydınlanmalar yaşıyorum. Aydınlanma dediysem de anca "Hayat ne garip, vapurlar falan"dan "İnsanlar ne garip, orospu çocukları falan"a geçiş yapabildim. Yine de bu geçiş arkadaşlıklarımı tartıp, yeni tanıştıklarıma karşı temkinli olmama sebep oldu.

4 Ocak 2010 Pazartesi

Uçuş İzni

Hayatımında hiç başarısız olmadım. Tabii bunda başarısız olacağımı anladığım anda sıvışmamın payı büyüktür. Zaten sorun da bu: Kaybedeceğimi düşündüğüm oyuna girmiyorum. Böylece oyunu kaybetmiyorum.

İlk bakışta kolay ve sorunsuz bir hayat gibi görünse de ben "ortalama"yı yaşıyorum. Sürekli zaman kaybediyorum. İşin kendini tekrarladığı nokta ise zamanla tembelliğe alışıp oyundan daha çok kaçmam; kaçtıkça tembelleşip tembelleştikçe kaçıyorum.

Hayatımın beşte birini bu saçma kovalamacaya harcayıp dere-tepe düz gittikten sonra bir arpa boyu yol gittiğimi farketmek silkelenip kendime gelmem gerektiğini düşündürüyor.

Bir de ataletin bu saten nevresim ile kaplı kuştüyü yorganını üstümden atabilsem...