Uzadıkça daha da sıkıcı olacak bir hikaye bu.
Eğitim sisteminde son on yılda yapılan 5-6 değişiklikten önce, beş yıllık ilkokul hayatı sonunda sadece sınav puanı ile yerleşebildiğiniz yedi yıllık okullar vardı: Bir senesi hazırlık, üçer senesi ise ortaokul ve liseydi.
Ortaokul yıllarında -zekası kısmen de olsa bir sınavla kanıtlanmış olması rağmen- zeka geriliği varmış gibi görünen, çok uzun boylu, gözlüklü, satranç koluna katılan ve en önemlisi ceketini çıkarmayan bir çocuk vardı. Halbuki en büyük isyanımız mecbur kalmadıkça ceket giymemekti ve birkaç kişi hariç hepimiz büyük isyankarlardık.
Yıllar geçti, ceketleri giymediğimiz gibi gömlekleri pantolon ve eteklerin dışına çıkardık ve hatta kimimiz işi kravat takmamaya kadar ilerletti. Spor ayakkabı yasağına rağmen, yeniden moda olan Converse ayakkabıları giyerek hem havalı hem de asi oluyorduk; hele bir de değişik renklerde bağcıklar varsa işin içinde…
O’nu tekrar farketmem fosforlu sarı bağcıklar taktıkğı pembe Converse’lerden önce miydi yoksa sonra mı hatırlayamıyorum. Hem burada önemli olan farkedilecek hale gelmiş olmasıydı: Uzun boy, buğday ten, hafif çekik ela gözler ve pembe ayakkabı giyebilecek bir özgüven.
O’nun beni farketmesi hangi ana tekabül ediyor hiçbir zaman bilemedim.
Bölük pörçük anılarımda kapıları karşılıklı olan sınıflarımızın önünde dikilmemiz; bizim sınıftaki bütün arkadaşları gezideyken yine de sınıfta dibime kadar gelip sonra aradığını bulamamış gibi yapıp dönmesi; hazır herkes gezideyken ve etrafımızda dalga geçebilecek kimse yokken bir kalorifer peteğinde yapılan boş konuşma var.
Aslında, o zamanın koşullarına göre ortada basbayağı bir flört mevcut.
Evet, flört edecek yaşlardayız fakat acımasızlığı elden bırakamayacak kadar da çocuğuz. Ne ben O’nu akla gelebilecek her durumla dalga geçme potansiyeline sahip bir arkadaş grubundan tutup çekebilecek kadar güçlüyüm, ne de O benden hoşlandığını itiraf edecek kadar rahat. İkimiz de bunun bilincinde olunca olaylar daha rahat ilerledi. Eskiden takıldığım biri tekrar yörüngeme girmeye başladı; bununla eşzamanlı olarak O da kolasına bahse girip bir kıza “çıkma” teklif etti. Ben sevgilim için O’nun sınıfına gider gelirken O da yan sınıftaki sevgilisine gidiyordu. En azından artık kimseden çekinmeden rahat rahat konuşabiliyorduk.
Sonra yine eşzamanlı olarak fakat yine birbirimizin farkında olmadan sevgililerimizden ayrıldık. Artık arkadaşlığımız meşruydu ve bu hiç yoktan iyiydi. Aradan birkaç ay geçti, O kolasına bahse girip çıkmaya başladığı kıza aşık olduğunu ve barışmak istediğini anlatırken ben de eski sevgilimin tavırlarından huylandığımdan bahsediyordum. Eski sevgilimin benimle tekrar barışmak istediği ilk farkeden O olmuştu.
Sonrasında ise yine birkaç hayal meyal hatıra var.
Birinde dersaneden çıkmış bir kafede oturuyorduk. Sevgilim de yanımızdaydı ama işi olduğu için bir süre sonra gidecekti. Ben ise gideceği zaman için dakikaları sayıyordum. Bir yandan da gitmesini istediğimi anlayacak ya da benim O’na bakarken içimde bir kuşun şakımaya başladığımı farkedecek diye korkuyordum. Tam da o anda yüzüne güneş vurdu, vurmak ne kelime güneş resmen yüzünde doğdu. O güne kadar gördüğüm, hatta o günden sonra da gördüğüm hiçbir “şey”e benzetemedim.
Hatrımdaki diğer gün ise yine bir dersane çıkışına ait. Cumbalı eski bir rum evinden bozma; her odası farklı döşenmiş kafenin şark köşesi olan odasında O, ben ve en yakın arkadaşım oturuyorduk. Şarkı “gamze gamze bir gülüver şimdi” diye başladığı sırada gamze gamze gülüyor olması muhakkak ki bir tesadüftü fakat bu yüzden ben daha ilk baharımı yaşamadan ikinci bahara öykünmek zorunda kalmıştım.
Liseden sonra beş yıl hiç yüzyüze görüşmedik. Bu beş yıl içinde ikimiz de lisedeki sevgililerimize aşık olduk, ayrıldık, çok üzüldük. Ben bir kere O’nun yaşadığı şehire gittim, buluşmak için sözleşip buluşamadık ve bunun sebebi biraz benim kaprisim biraz da O’nun öküzlüğüydü. Sonra O, çok uzağa gitti. İnternet üzerinden yapılan bir konuşma sonunda O’nun yanına gitmeyi çok istedim ama çok istemem, çok uzağa gitmeye yetecek kadar çok param olmasına yetmiyordu. Yine de altı yıl boyunca olan en iyi şey O’nun benimle konuşabilecek kadar uzakta olmasıydı. Geçmişten bahsederken hiçbir zaman bana gecikmiş bir ilan-ı aşkta bulunmadı fakat ilan-ı aşk edercesine en boş görünen ayrıntıyı bile hatırlıyordu. Bazen doğruluk oyunu oynarcasına cüretkar sorular soruyordu; ben ise, bana yakın olmak için yaptıklarını dile getiriyordum. Ne ben sorulardan kaçtım, ne de O beni yalanladı. Ne varsa döktük ortaya. Buna rağmen ikimiz de sevgiden bahsetmemiz gerektiğinde sustuk.
Sonra O geldi uzaklardan, daha doğrusu gelmek zorunda kaldı. Hayalleri, hayatı orada kaldı diye üzüldüm. Gelince beni gördü, ben ise O’nu ilk defa görüyormuş gibi boyunun uzunluğuna şaşırdım. Gözlerinin neden çekik olduğunu sordum, O’nunla içtim ve film izledim. Sanırım birkaç şarkı bile dinlettim. Ardından O’nunla uyandım, beraber kahvaltı yaptık ve hatta otobüse bile bindik. Bütün bunlar yaklaşık beş sene önce oldu.
O’nu beş senedir görmüyorum. Facebook sağolsun, doğumgünlerimizi asla unutmuyoruz. Eskisi kadar çok iletişim halinde olmasak da doğumgünleri önemli. Bu arada hayatlarımızda sürüyle değişiklik oldu. Mesela ikisi beni çok üzdü: Bir senedir iş bulamaması ve çok kilo almış olması.
Artık puslanmaya başlamış bu anıları tamamen hatırlanamaz olmadan yazmak yıllardır aklımdaydı. Eğer yazmasaydım su gibi uçup gidecekti. Bütün bu olanlar belgelenememiş hislerden ibaretti; ne bir fotoğraf ne bir yazı. Gerçi, okulun son günü “love you so much it makes me sick” yazıp imzaladığı gömleğime müdür el koymuş olmasaydı, en azından benim için yazdığı şarkı sözü olacaktı elimde. Şimdi, geçtiğim özet ile ne kadar hissedersek o kadar var.
* ben bunu daha on yıl yazmazdım ama bellatrix'in yazdığı yazıyı okuyunca gaza geldim. işte o yazı! http://bellatrixbegins.blogspot.com/2012/10/somewhere-over-friend-zone.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder