19 Ocak'ta ne olmuştu?
Bir ses geldi sokaktan; hani su şişelerinin üstünden araba geçer de siz nereden geldiğini anlamadığınız bir patlama sesi duyarsınız ya, işte öyle bir ses.
Kısa bir süre sonra haber geldi yan masadan; biri daha vurulmuştu niceleri gibi.
Çıkıp sağ tarafa doğru -fazla değil- iki dakika yürüsem "Abdi İpekçi Caddesi"ndeyim, sola yürüsem -yine sadece iki dakika- daha kanı taptaze yerde duran bir adamın öldürüldüğü yerdeyim.
Biz çift camlarımızın gürültüyü kesen huzurunda çalışırken, önemsemediğimiz o ses meğer son nefesiymiş.
Akşam oldu. Hava soğuktu, Taksim'e yürümenin anlamı yoktu.
Şimdi farkediyorum ki o akşam binlercesiyle Taksim'e yürümenin anlamı aslında çoktu.
Kalabalığın içinden ters yöne doğru yürüdüm. Metro girişindeki büfeye girdim karnımı doyurmaya. Gereksiz bir ayrıntı olmasına rağmen o gün orada ne yediğimi bile söyleyebilirim.
Caddeyi gören bir masada, "Hrant'ın arkadaşları"nı izleyerek yedim yemeğimi; mahallemizin adının "Ahmet Taner Kışlalı" olduğunu öğrendiğim andaki soğukkanlılıkla...
O gün ben o lokmaları boğazıma dizerken, birisi "öğrenilmiş çaresizlik" diye bir kavram olduğunu söylese, anlamını açıklamasına gerek kalmazdı.
17 Ocak’ta ne oldu?
Davanın sonucuna bakmak için haberi açtığımda bir şarkı* başladı. Artık haberi okumama gerek kalmamıştı.
Ben bir ürperdim herkes üşüdü sanki.
Olacakları başından bilsem de aldatılmış hissettim.
Cinayetin olduğu gün çalıştığı otelin çatısına çıkan arkadaşıma helikopterle yaklaşıp elindeki silahla içeri girmesini işaret eden polis geldi aklıma. Bir adamın öldüğü yerde daha başkaları da ölmesin diye mi oradaydı acaba?
Kim bilir?
Belki bir iki seneye "Hrant Dink Caddesi" tabelası görürüz.
Belki de Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Uğur Mumcu ve daha sayılası nicesinin adını artık hiçbir yerde göremeyiz.
Kim bilir?
*şarkı: Charlie Winston-My Name
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder